AzerTimes Türk dili və Ədəbiyyatı Dərnəyinin Ərzurum şöbə başkanı Murat Ertaşın türk dili ilə bağlı yazısını orijinalda təqdim edir:
Evvelâ bir medeniyet ve kültür dili olarak “Osmanlı Türkçesi” kavramının Türk kültür ve medeniyet tarihi içerisindeki yerini doğru anlamak, sonra günümüzdeki anlamını değerlendirmek gerekir. Akademi dünyasında, matbuat aleminde, münevverlerin ve kalem ehlinin dilindeki “Osmanlıca” aslında “Kadim Türkiye Türkçesi” olarak adlandırılmalıdır. Diller milletlerin adıyla anılır: İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, İbranice, Rusça… O ki “Osmanlı” diye ayrı bir millet yok ve Büyük Selçuklu Devleti’nin konuştuğu dile “Selçukluca” demiyoruz. Velev ki devletin adını dil adı olarak kabul ettik, o vakit unutulmamalıdır ki Osmanlı dediğimiz Türk devletinin adı resmî kayıtlarda “Devlet-i Aliyye”dir. Devlet-i Aliyye zayıf düştüğü zamanlarda ve bilhassa 19. asrın sonlarına doğru resmi evraklarda olmasa bile matbuat dünyasında “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye” adı kullanılmaya başlanmıştır. Batı dünyasında, kroniklerde ise “Osmanlı” ifadesi yerine her zaman “Türkiye” adı kullanılmıştır, bazen de “Türkiye İmparatorluğu”.
Tanzimat dönemine kadar Türklerin dili “Türkçe, lisân-ı Türkî” olarak adlandırılırken bu dönemde yer yer “lisân-ı Osmanî” kavramı kullanılmaya ve tartışılmaya başlanmıştır ki aslen Arnavut olan Şemseddin Sami bu kavrama itiraz ederek Türkçenin “Osmanlıca” olarak anılamayacağını savunmuş ve yazdığı sözlüğe “Kamus-ı Türkî” adını koymuştur.
Cumhuriyet döneminde yazılı ve görsel belgelerde devletin adının “Devlet-i Aliyye” değil de “Osmanlı İmparatorluğu” olarak kullanılması, yeni devletin – Türkiye Cumhuriyeti’nin – eski kültür ve medeniyet değerleri üzerine inşa edilmeyeceğinin, yepyeni bir ulus yaratılacağının göstergelerindendir. İslam medeniyetinin taşıyıcısı “Devlet-i Aliyye”nin yıkılmasından sonra yeni devleti Batılı değerler üzerine inşa etmeye çalışan akıl, hayatın her alanında evvelâ “Osmanlı” dönemine ait birçok şeyi reddederek işe başlamıştır. Koca bir milletten yeni bir ulus yaratma çabası… Dil devrimi, Öztürkçecilik, Güneş-Dil teorisi… Kadim Türkçeyi “Osmanlıca” olarak adlandırmak ve daha pek çok kültürel kopuş…
Kadim Türkçe büyük İslam medeniyetinin üç önemli dilinden biridir. Ordu millet olan Türkler Emeviler döneminde halifeliğe lâyık görülmüyordu. Memluk sarayında siyasi iktidar Türklerdeydi; lâkin sanat, edebiyat dili Farsça, ilim-bilim dili Arapçaydı ve Türkçenin zayıflığı zamanın kültür dünyasında çokça dillendiriliyordu. Dünyanın önemli dilbilimcilerinden Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lugat’it Türk”ü tam da böyle bir havada, vasat Türkçe ile Arapçayı karşılaştıran bir eser olarak yazılmıştır. Bu eserde adeta Kutadgu Bilig diliyle Arapça yarıştırılmış ve her iki dilin de birbirine bazı üstünlükleri olduğu belirtilmiştir. Selçuklular devletlerinin resmî dili olarak Farsçayı tercih edip ilmî faaliyetlerini Arapçayla devam ettirdiler. Ahlat’taki Selçuklu kitabelerinin, mezar taşlarının tamamı Arapçadır. Batı Türkleri Oğuzlardı ve Oğuzlar sözlü dile sahipti, doğu Türklerinin dili (Hakaniye Türkçesi) Oğuzcaya göre yazı diline daha çok uygundu.
Moğol baskısıyla doğu Türkleri Anadolu’ya adeta itilmiş, göç ettirilmiş ve yerleşmişlerdir. Anadolu’nun demografik yapısı Türklerin lehine değişmeye başlamıştır. Mevlâna, İbn Arabî gibi İslam âlimleri ve daha birçok mutasavvıf, âlim, derviş ve abdal Anadolu’ya göç etmiştir. Türkler beylikler döneminde çevreye dağılmış 1260’lardan itibaren divan dili Arapçadan Türkçeye değişmeye başlamıştır.
Büyük Selçuklu Devleti’ni yöneten Türklerdi; lâkin yönetilenlerin ekserisi Arap ve Farslardan oluşuyordu. Dolayısıyla yönetim dili, ilim dili, sanat ve edebiyat dili Arapça ve Farsçaydı. Türk Arapçası, Türk Farsçası. Anadolu beylikleri döneminde devleti yöneten ve Türkçeden başka dil bilmeyen Oğuz beyleri 13. asırdan itibaren devlet işlerinde de Türkçe kullanmaya başlamışlardır.
Türkler, dillerini Arapça ve Farsçadan aldıkları kelimelerle zenginleştirdiler, sonraki yıllarda Anadolu’da yüksek İslam medeniyetinin son büyük halkasını inşa ettiler. Endülüs’te, Bağdat’ta, Mısır’da tartışılan ve konuşulan her şey Konya’da, Kayseri’de, Erzurum ve Sivas’ta da konuşulmaya başlandı. Kurucu mutasavvıflar Arapça ve Farsçayı tercih ederken bazı mutasavvıflar da öğretilerini, fikirlerini Türkçe söyleyerek ve yazarak halka yayma çabasına giriştiler ve bu çaba da Türkçeyi yazı dili olarak geliştirdi. Sultan Veled, Yunus Emre, Kadı Burhanettin’de olduğu gibi. Bilimsel, ilmî ve tasavvufî kavramlar hazırdı, Türkler bu hazır kavramlardan, Arapça ve Farsça gibi kaynak dillerden yararlandı. Türkiye Türkçesi Yavuz ve Kanuni döneminde (16. asır) kemâle erdi denebilir. Fuzûlî’nin Arapça, Farsça, Türkçe divanı vardır. Türkçe divanı Azerbaycan lehçesidir. Fuzuli bir Türk şairdir. Birçok Türk şairin Türkçe ve Farsça divanı vardır. Türk şairlerin yazdığı Arapça ve Farsça divanlar da Türk edebiyatının önemli mahsulleridir.
Esasında Türkler Arapçadan değil Kuran-ı Kerim’den etkilenip Arapçayı sahiplendiler. Türkler Arapçayı İslam diniyle tanıdılar ve ilk tanışmada ellerinde Arapça yazılı tek kaynak Kuran’dı. Kuran’da Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren kelimeler, hayata rehberlik eden âyet-i kerimeler Türkçeyi kuşattı ve Türkçemiz Kuran terbiyesinden geçti. Arabistan coğrafyasında, Afrika’da binlerce senedir konuşulan Arapça Kuran terbiyesinden geçmedi. Çünkü Cahiliye döneminde de Araplar Arapça konuşuyordu. Allah’ın ayetleri inmeden evvel Arapların fiilleri, tüm duyguları ve kullandıkları eşyaları Arapça olarak ismini bulmuştu. Kızları diri diri gömerken, putlara tapınırken, ticaret yaparken, hayatlarını kendi geleneklerine göre yaşarken Arapların konuştuğu dil, bugün de konuştukları dildi. Ancak Türkler öyle değil. Türkler için Arapça demek Kuran demek, Peygamber demek, İslam demekti. Başka bir ifadeyle Arapçaya kutsiyet atfedilmişti. Kuran’ın tesiri Türklerin dilini, sözünü, şiirini biçimlendirmiştir; ruhunu, kalbini, inancını, hayatını biçimlendirdiği gibi. Buna Arapça tesiri değil Kuran tesiri demek daha doğrudur. Kuran’ın dili Arapçadır; İslamî yaşantının en kâmil dili ise Türkçe.
Türkçeyi anlamanın yolu Kuran-ı Kerim’i hakkıyla idrak etmektir. Kuran’daki kelimelerin hemen hemen tamamı Türkçeye kazandırılmış, Türkçeleştirilmiştir. Türkler dinine göre dilini dönüştüren ve geliştiren müstesna bir millettir.
Türkler Arapça ve Farsça başta olmak üzere yaşadıkları coğrafyalardan ve farklı milletlerden aldıkları dili, kelime ve kavramları kendi ruh ve gönül dünyasında yeniden anlamlandırmış veya Türkçe söz dizimine uygun hale getirmiştir. Bilim ve felsefe dili Arapça, edebiyat ve sanat dili Farsça, devlet ve yönetim dili Türkçe (elsine-i selâse) Türkiye Türkçesinde bir bütün haline gelmiştir. İşte günümüzde Osmanlıca denilen dil, İslam kültür ve medeniyetinin dili olan Türkçedir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türk eğitim sisteminde, medreselerde Arapça muhakkak okutulurdu. Arapçayı öğrenmedeki temel amaç Kuran’ı hakkıyla idrak etmekti. Avrupa’da da öyle. İngiliz düşünür John Lock 17. asırda iyi yetişmiş bir İngiliz gencinin mutlaka Arapça ve Farsça öğrendiğini söylemiştir. Avrupa Doğu’yu ve Türkleri daha iyi anlamak ve tanımak için Arapça öğreniyordu. Hal böyleyken; 19. asırda Türk münevverlerinde başlayan Avrupa hayranlığı; münevverlerin Fransızca, İngilizce, Almanca öğrenip sadece Avrupa’dan tercüme yapmaları ve Batılı filozofları kendilerine üstad olarak görmeleri Ahmed Midhat Efendi tarafından eleştirilmişti. Ahmed Midhat, Türk münevverlerinin kendi mensubu oldukları kadim medeniyetin düşünce ve bilim adamlarını tanımayıp Avrupalıya hayran olmalarını bir çarpıklık olarak değerlendirmişti: “Yeri geldiğinde ‘Bizde Fârâbîler, İbn Sînâlar, İbn Rüşdler ve Firdevsîler gelmiş.’ diye iftihar ederiz, ancak bunların ne söylediklerinden bîhaberiz. Onları anlamak için Arapça ve Farsça bilmek gerektiği halde, kaçımız bu lisanlardan bir cümleyi hakkıyla anlamaya muktediriz?” Ahmed Midhat, buna rağmen bazılarının bu düşünürleri bırakarak Viktor (Victor) Hugolardan, Şekspırlardan (Shakespeare), Götelerden (Goethe) bahsettiğini söyleyerek bu durumu yadırgar.
Türkler Farsçadan, Arapçadan ve diğer dillerden aldıkları kelimeyi mana ve şekil olarak birebir kullanmamış, her kelimeyi Türkçeleştirdi, demiştik. Şöyle ki Farsçadan alınan “abdest” kelimesi sadece Türklerde namaz ve ibadetlerden evvel Allah için yıkanıp temizlenme anlamına gelmektedir. Mevlâna, Fuzuli, Nizâmi şiirlerini Farsça yazsa da o Farsça ruh itibariyle Türk Farsçasıdır. Hafız’ın şiirlerinde kelime anlamı “el suyu” olarak kullanılan “abdest” Mevlâna’nın şiirlerinde dinî bir kavramdır. Genceli Nizamî şiirlerini Farsça yazmıştır; ancak şiirlerindeki zevk, mana, estetik, mazmunlar Türk ruhudur. Günümüzde İranlılar bu yüzden Nizamî’ye Fars şairi diyemiyor.
“Hayır” kelimesi Arapça kökenlidir ve iyi, iyilik, makbul hal ve iş anlamlarına gelir. Ancak “evet”in zıttı olarak “hayır” kelimesi Kuran terbiyesinden geçmiş Türk dilidir, irfanıdır.
Türkçedeki temel oluşumuyla “hayır”, Allah olumsuz ve reddettiğimiz durumları hayra çevirsin manasındadır. Dil dindir… İslamiyetten önce de sonra da Arapçada evetin zıttı “lâ”dır, İngilizcede “no”dur, Farsçada “na”dır… Dil etimoloji değildir, pozitivist değildir. Türkçe hikmet dilidir. Kökeni Arapça olabilir; ancak ruhu ve manasıyla “hayır” en has Türkçedir. “Hak şerleri hayr eyler” mısrası has Türkçedir. Hayır kelimesinin ruhunu -meselâ-Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Tevfiznâme”sinde fevkalâde dile getirmiştir:
Bir işi murâd etme
Olduysa inâd etme
Haktandır o reddetme
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
İslam medeniyetinin dillerinden biri olan Türkçeyi bilen herkes Arapça bilmese de “Fatiha” suresini kolaylıkla anlar. Çünkü Türkçe Kuranîleşmiştir. Fatiha’da geçen hemen her kelime halkın konuştuğu Türkçenin kelimeleri olmuştu. Meselâ Kureyş suresinde geçen kelimeler Türkçenin doğal kelimeleri olmuştur: Li ilafi (elf kökünden Türkçede ülfet, te’lif), Kureyş (karışık küçük topluluk, Türkçede karışmak, karışık), rihlet (rahl: yolculuk, Türkçede yolculukta Kuran okunan rahle), eş-şitâi (kış, Elhan-ı Şitâ şiiri), ve’s-sayf (yaz mevsimi, Türkçede yazlık manasına sayfiye), fe’l-yâ’budu (a’bd mastarından Türkçede ibadet, mabut, mabet), rabbe (Türkçede hem “rab” hem de onun cemii bir işi en iyi bilen anlamında “erbab”), haza (Arapça “bu” demek. Türkçede bir kişinin ve nesnenin zirvesi, kemâli, “işte budur” anlamında “haza adam, haza hanımefendi, haza manzara” kullanımları vardır.), el-beyt (Arapçada gecelenen yer anlamında “bate”den türemiştir. Şiirdeki beyit, “oldu” anlamı da vardır. Bu anlamda bitki, bitmek, üzerinden bir gece geçti anlamında “bayat”), et’ame-hüm (Doyurmak manasındadır, Türkçede taam), ve amene-hüm (Türkçedeki iman, eman, emin, emniyet, âmin, temin, mü’min bu kelimeyle ilgilidir), min-havf (Arapça “korkudan” manasındadır. Türkçede mehafet, haflamak, bir haf basmak, hayıflanmak). Böyle devam eder. (Bu konuda çok sayıda örnek için Lütfi Özaydın’ın Tiyo yayınlarından Türkçe üzerine yazdığı üç kitaba bakabilirsiniz: “İltifat Ağyaredir Dost Acı Söyler”, “Söyleyen Bilmez, Bilenler Söylemez”, “Çatallı Dil Yılana Mahsus Değil, Yılmazın da Dili Çatallı Olur”) Hülâsa Türkçenin de Türkiye’nin de mevcudiyeti ve gücü İslâma olan aslî mensubiyetiyledir ve kadim Türkiye Türkçesinden uzaklaşmak İslâmdan uzaklaşmaktır, bin yılın irfanından, tecrübesinden…
Medeniyetlerin temel metinleri vardır. Batılı bir entelektüel veya bilim adamı kendi medeniyetinin temel metinlerine kolay ulaşır ve kolayca okur, anlar. Asırların zihni, ruhu, bilgisi, tecrübesi ve birikimi süreklilik gösterir, dil zinciri devam eder. Biz ise bin yıllık İslâm felsefesini, tıbbını, hikmetini, felsefesini, matematiğini, düşüncesini terk ettik. Dil devrimi alfabeyi değiştirdi, ondan daha kötüsü Öztürkçeçilikti. Öztürkçeyi kimse anlamadı, bundan vazgeçildi, Güneş-Dil teorisi ortaya kondu. Güneşin tüm varlıklarda görülmesi gibi tüm diller Türkçeden doğmuştur; dolayısıyla Arapça ve Farsça kelimeleri atmaya gerek yok, denildi. Güya yanlıştan dönüldü. Atatürk’ün vefatından sonra Türkçe, Fransızca başta olmak üzere Batı dillerinin ve uyduruk kelimelerin istilasına uğratıldı. Yeni uyduruk dille ne felsefe ne matematik yapılabildi. Bilimlerin birbiriyle ilişkisi koptu. Günümüzde Türkçe yazılmış bilimsel bir makaleyi ancak Latince, İngilizce, Fransızca, uydurukça vb. kelimelerle tamamlayabiliyoruz.
Dil üzerinden toplum mühendisliği yapan zihniyet İslam medeniyetinin asırlardır taşıyıcısı ve temsilcisi olan büyük bir milleti köklerinden koparıp Batı’nın peşinde koşan, kendine yeni değerler ve dil üretmeye çalışan ve bir türlü kimlik problemini halledemeyen “ulus” olmaya talipli oldu.
Günümüze gelince… “Osmanlıca”yı sadece alfabe farklılığı olarak algılarsak ve kiminin Arap harfleri dediği ancak bizim Türk Elifbası dediğimiz eski harfleri öğretmekle iktizâ edersek bu, eski dönemlere ait metni çözmede (lügat desteğiyle) işimize yarar. Halbuki dil yukarıda altını çizerek belirttiğimiz gibi ruhtur, gönüldür. Dil sadece alfabe değildir, sadece yazı değildir; sözdür, manadır, algıdır, hikmettir, konuşmadır. Nasıl yaşıyorsak öyle konuşuruz.
Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesinin günümüzde en önemli vazifesi bir “hatırlatıcı” olmasıdır; unutturulan, yok sayılan büyük bir medeniyeti… Ancak şu da unutulmamalıdır ki Osmanlı Türkçesini yazı dili olarak kullanan ilim adamları Farsça ve Arapçaya da vakıftı. Alfabeyi, grameri bilip kelimelerin ruhuna uzak günümüz akademisyeni, bilim adamı ve münevveri Mevlid-i Şerif’i, Garipnâme’yi ve diğer klasik eserleri Nâmık Kemâl, Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzâde Naim, Mehmed Âkif gibi anlayamayacak hiç!
Dil bir milletin kimliğidir. Her şeye rağmen Osmanlı Türkçesi (Kadim Türkiye Türkçesi) çalışmalarının kimlik sorgulamasına kapı aralaması, eski metinlerle yeni nesli tanıştırması ve köprü olması gibi mühim bir işlevi vardır. Dilbilimciler için ise Osmanlı Türkçesi olmazsa olmazdır, şöyle ki, kelimelerin köken bilgisine ulaşmanın en doğru yollarından biri kelimenin Osmanlı Türkçesi yazılışını bilmektir. Türkçeyi Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif ilişkisinden kopararak kelimeleri anlamaya çalışmak Türkleri dinî, tarihî, kültürel ve sosyolojik birçok veriden uzaklaştırmaktır. Kelimelerimize giydirdiğimiz Latin harfler üzerinden gerçek manayı anlamamız güç. Kelime köken bilgisi (etimoloji) çalışmaları kelimeye doğru kıyafeti giydirildiğinde neticeye ulaşır ki o da Türk Elifbası dediğimiz Kuran hurûfâtıyla beslenmiş harflerdir. Misâl “güvercin” kelimesi Türk Elifbasıyla yazılmadıkça kelimenin “gök” ile ilgisi (gökercin/gögercin) bilinmeyecek.
Evet, bin yıl önceki Türkçemize Selçukluca demediğimiz gibi dil devriminden önceki Türkçemize de Osmanlıca diyemeyiz. Doğrusu, dilin tarihi değişimlerini ve dönemlerini göstermesi açısından Selçuklu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesi olabilir yahut tek bir isimle “Kadim Türkiye Türkçesi”, “Tarihi Türkiye Türkçesi”, “Türkçe”.
Osmanlı Türkçesi öğretiminden muradımız medeniyetimize, tarihimize ve klasik edebiyatımıza ait metinleri anlamaksa ortaöğretim kurumlarına, üniversitelerin sosyal bilimler alanında eğitim veren fakültelerine Arapça ve Farsça dersleri koymak gerekir. Unutmayalım ki bugün ortaöğretim kurumlarında İngilizce zorunlu ders, Almanca ve diğer Avrupa dilleri seçmeli ders. Dünyada ve medeniyet düzleminde kendimizi konumlandırma problemini aşmalı ve karar vermeliyiz artık. Biz kimiz?
Elif Allah mim Muhammet
Kelam selam pek azizdir
Ruh kökümüzden alâmet
Dilimiz kimliğimizdir.